28 Mayıs 2008 Çarşamba

“İTALYAN İŞİ”NİN YILDIZI CHARLIZE THERON İLE SÖYLEŞİ

Charlize Theron’un Güney Afrika’da bir çiftlikte başlayan yaşam yolculuğunda birçok aşama var. Güney Afrika’dan Birleşik Amerika’ya geldikten sonra New York’ta yaşamaya başladı. Fotomodellik ve Joffrey Balesinde dansçılık yaptı. Ardından Los Angeles’a tek gidiş bileti aldı. İki hafta içinde bir ajansla anlaştı ve New York’a bir daha dönmedi.

“Şeytanın Avukatı – Devil’s Advocate” adlı filmle ilk çıkışını yaptı. Daha sonra “Mighty Joe Young”, “Cider House Rules” ve “The Legend of Bagger Vance”da oynadı. O filmlerden sonra Hollywood bu sarışın kızı keşfetmeye başladı. Görenleri ilk anda büyüleyecek kadar güzeldi, çelik bakışlarıyla insanları kendisine adeta esir ediyordu, hemen dikkati çeken uzun bacakları vardı. Hepsinden önemlisi de sarışındı. Bu özellikleriyle Hollywood’da başarı basamaklarını tırmanması zor olmadı.

Charlize Theron şu sıralarda çok başarılı bir prodüksiyon şirketinin başkanlığını yapıyor. Şirketinin son dönemde ürettiği yapımlar arasında “Sweet Home Alabama” var. Projeler arasında koşturup dururken başrollerini Mark Wahlberg ve Edward Norton ile paylaştığı “The Italian Job – İtalyan İşi” adlı filmde de oynadı. Aynı isimli 1969 yapımı İngiliz filminden uyarlanan filmde başına buyruk hareket eden ve becerisiyle erkek “meslektaşlarını” kıskandıran bir kasa hırsızını canlandırdı.



Orijinal “Italian Job”u izlediniz mi?
Evet. Bu filme hazırlık amacıyla izledim. Daha önceden öyle bir filmin var olduğunu bile bilmiyordum. Bir arkadaşım o filmin İngiltere’de her Noel gösterildiğini anlattı. Bence harika bir film. Michael Caine çok iyi oyuncu. Ancak bu film onun birebir yeni versiyonu şeklinde olmadı. Sadece ruhunu taşıyor, hepsi bu. Zaten orijinalinde benim canlandırdığım karakter de yok.

İlk filmde de Mini Cooper arabalar vardı...
Evet. Mini’ler ve unutulmaz bir takip sahnesi vardı. Bazı karakterlerin isimleri de aynı ama benzerlikler bu kadar diyebilirim.

Altı – yedi erkek arasında tek kadın oyuncusunuz. Rol arkadaşlarınız arasında Mark Wahlberg ve Jason Statham da var. Setteki bu erkeksi havada canınız sıkılmadı mı?
Hayır. Bence son derece eğlenceli oldu. Mark ile daha önce “The Yards” adlı filmde birlikte oynamıştık. O günden sonra arkadaşlığımız devam etti. Bir kez daha birlikte çalışmayı çok istiyordum. Senaryoyu okuduğumda bunun için iyi bir fırsat olacağını düşündüm. Ayrıca hızlı araba kullanma tutkumu gidermek için de iyi bir yoldu.

Arabalarla ilk ne zaman ilgilenmeye başladınız?
Mekanikçi bir aileden geliyorum. Ailemin bir yol inşaat şirketi vardı. Evimizin her tarafının ingiliz anahtarlarıyla, araç gereç kutularıyla ve yedek parçalarla dolu olduğunu tahmin edersiniz. Babam ayrıca araba da yapardı. Küçükken go-cartlarım ve motosikletlerim vardı.

O zaman filmdeki sahnelerde arabaları kendiniz kullandınız?
Evet. Arabanın havada uçtuğu sahne hariç hepsini diyebilirim. Ancak araba yere düştüğünde içinde yine ben vardım. Filmdeki tehlikeli sahnelerin hepsinde de kendim oynadım. Mark ve diğer oyuncularla birlikte sürücü kursuna gittik. Ayrıca altı hafta boyunca akrobatik hareket dersleri aldık.

Yeni model Mini’ler ne kadar hızlı?
Gerçekten çok hızlılar. Onlarla bütün limitleri zorladık.

Çekimlerin sonunda yapımcılar size bir Mini armağan etmişler. Doğru mu?
Hayır. Bugün bu soruyu soran üçüncü kişi oldunuz. Birilerine telefonla arasam iyi olacak galiba.



Gerçek yaşamda ne kullanırsınız?
Mercedes kullanırım. Hızlı araba kullanmaya karşı eğilimim vardır. Bu çok çok çok kötü...

Bunun Mark Wahberg ile ikinci filminiz olduğunu söylediniz. Başka bir aktörle kimyasal uyumunuzun tutmayacağından mı endişe ettiniz?
Bazı insanlarla kimyanız daha fazla tutar. Bu insanın içinden gelen bir duygudur. Şimdiye kadar birlikte oynadığım birçok aktörle aramda kimyasal uyumun tuttuğunu hissettim. Mark ile daha önceden çalıştığım için bunu biliyordum. Onunla birlikte oynamak çok keyifliydi. Mark kendisini fazla ciddiye almayan bir insandır. Hatta kişiliğinde biraz safça bir yön vardır. Kendisini ciddiye almıyor olaması bu film için önemli bir özellikti. Bildiğiniz gibi filmdeki Mini Cooper arabalar da kendilerini çok fazla ciddiye almıyorlar.

Yakında başka filmler de gelecek mi?
Evet. “Monster” adlı bir film var. O filmde geçen yıl idam ile cezalandırılan Aileen Wuornos adlı bir kadın katilin yaşamını canlandırıyorum.

İnsanları epeyce şaşırtacak.
Şaşırtma unsurunun yanısıra ben o filmi umut veren bir aşk öyküsü olarak görüyorum. İnsanlar herşeyden önce kendilerini yargılamayı bilmeliler. O kadın yedi erkeği öldürdü. Bunun hoş görülecek bir tarafı elbette yok ama yaşamını incelediğimde ne kadar trajik olduğunu gördüm. Ve idam cezasında ölüme giderken “Hiç kimse benim için üzülmesin” dedi.

Britt Ekland’ın yaşamını da canlandıracağınız söyleniyor.
Evet. Peter Sellers hakkında yapılan bir filmde Britt Ekland’ı oynayacağım. Hazırlık amacıyla Londra’ya gitmeyi düşünüyorum. Ayrıca “Head in the Clouds” adlı bir filmi de yeni bitirdim. Penelope Cruz ve Stuart Townsend (Charlize Theron’un şu sıralarda çıktığı İrlandalı aktör) ile birlikte oynadım.

Peki o filmdeki kimsayal uyum nasıl oldu?
Umarım iyi birşeyler olmuştur.

Kendinize ait bir film prodüksiyon şirketiniz var.
Evet. Denver and Delilah Films adlı bir şirket bu...



Kendiniz için daha iyi roller bulma fikriyle mi kurdunuz?
Herşeyden önce şunu söylemeliyim ki, ben sadece oyunculuğu değil, bir filmin tüm yapım sürecini çok seviyorum. Şimdiye kadar çevremde hep beni bu konuda cesaretlendiren aktörler, yönetmenler ve yapımcılar oldu. Sadece oyunculukla yetinmeyip olayın bütününü öğrenmem gerektiğini söylediler. “Sweet Home Alabama”nın prodüksiyon amirliğini yaptım. Senaryo yazarlarıyla birlikte çalışarak o projeyi geliştirdim, film şirketine götürmeye kadar herşeyiyle ilgilendim. Kimse bu kadarını yapabileceğimi sanmıyordu.

Hollywood’a ilk geldiğinizde eski bir fotomodeldiniz. İlk filmlerinizde genellikle dişiliğini kullanan çekici kadın rollerini aldınız. Onları unutturup bugünkü durumunuza gelmeniz zor oldu mu?
Yaptığım işin çok boyutlu olduğunu düşünüyorum. O dönemde bana gelen tekliflerde yüzümün güzelliği ve dişiliğim ön planda tutuluyordu. Ancak çok iyi biliyordum ki, o şekilde devam etseydim kalıcı bir kariyer edinmek benim için zor olacaktı.

Yani oyunculuk kariyerinizi o günlerde de ciddiye alıyordunuz.
Evet ama ilk dönemde çok fazla seçeneğim yoktu. Fotomodellik hiçbir zaman içime sinmemişti. Balerin olmayı çok istediğim halde bir kaza geçirdiğim için onu da yapamamıştım. Sonunda oyuncu olmaya karar verdim. Ancak oyunculuğa başlarken de neler olacağı konusunda bir fikrim yoktu.

Hollywood geleneğine uygun olarak bir gecede mi keşfedildiniz?
Medyada hep bu şekilde yazılıyor. Şans eseri bir menajerle tanıştığım doğrudur. Los Angeles’a taşındıktan sekiz ay sonra ilk filmimde oynadım. “2 Days in the Valley” adlı bir filmdi. Bazı insanların hakkını gerçekten ödeyemem ama hiçbir şey de elime hazır verilmedi.

Güney Afrika’da bir çiftlikte büyüdünüz. Hatırladığınız ilk anınız nedir?
Yüzme havuzuna düşüşüm... Paniğe kapıldım diyemem, çünkü başıma neler gelebileceği konusunda bir fikrim yoktu. Suyun altından yukarıya baktığımı ve o bulanık görüntüyü hatırlıyorum. Annem geceliğiyle ve terlikleriyle havuza atlayıp beni kurtarmıştı.

Küçükken erkek çocuklar gibi bir kız mıydınız?
Herhangi bir kız çocuğunu alıp Güney Afrika ormanlarının ortasındaki o çiftliğe koyun, öyle olmaması imkansızdır. Ağaçlara tırmanırdım, çamurlu yollarda bisiklet kullanırdım. Genellikle de erkek çocuklarla gezerdim. Zaten çevredeki çocukların hemen hepsi erkekti.

İlk filmi ne zaman seyrettiniz?
Annem sinema sevgisiyle dolu bir kadındı. Charles Bronson ve Roger Moore hayranıydı. Ancak orada doğru düzgün bir televizyon yayını bile yoktu. Tek kanaldan günde üç saatlik bir televizyon yayını yapılırdı. Çiftliğimizden bir saat kadar uzakta araba içinden film seyredilen bir sinema vardı. Annem beni her Cuma akşamı oraya götürürdü. Ancak giderken hangi filmin oynadığını bile bilmezdik.

İzlediğiniz filmleri hatırlıyor musunuz?
Oyuncuların kimler olduğu veya bir film yıldızının nasıl bir şey olduğu konusunda fazla bir fikrim yoktu. Filmde oynamak için özel olarak giyinmiş sıradan insanlar olduğunu düşünürdüm. Bütün James Bond filmlerini çok sevmiştim. Başrolünde Roger Moore’un oynadığı James Bond filmleri favorimdi. Ayrıca “Fatal Attraction – Öldüren Cazibe”yi seyrettiğimi de hatırlıyorum.

Filmler İngilizce mi gösterilirdi?
Evet.

Peki Afrika dilinde konuşmuyor muydunuz?
İngilizce’yi okulda sekiz yaşından itibaren yabancı dil olarak öğrenmiştim.

Ama İngilizceniz akıcı ve kusursuz. Sanki ana diliniz gibi konuşuyorsunuz.
Hayır, hiç sanmıyorum. Annem de Los Angeles’da yaşıyor ve onunla İngilizce konuşmayı aklımdan bile geçiremem. Hayallerimi hala Afrika dilinde kurarım. İngilizce ile zaman zaman problemler yaşıyorum. Duygularımı en iyi Afrika dilinde sözcüklerle ifade edebiliyorum. İngilizce konuşurken bazen takıldığım ve el kol hareketleriyle havada daireler çizerek konuştuğum zamanlar var.

Los Angeles’ı artık eviniz gibi hissediyor musunuz? Ne de olsa Güney Afrika gibi çok farklı ve uzak bir ülkeden geldiniz.
Los Angeles’a geldiğimde ilk taksi yolculuğumu hatırlıyorum da hala gülüyorum. Taksi ücretini ödeyebileceğimden emin olmak için sürekli dolarları sayıyordum. Bu yüzden başımı kaldırıp çevreye bakamadım bile. Sonunda baktığımda tepeleri ve dağları gördüm. O anda New York’ta neleri kaçırdığıızı fark ettim. Sanırım artık kendimi bu kentte evimde gibi hissediyorum.

Hiç yorum yok: